TERF’ler ne diyor?

Terfler ne diyor? #thread

Terf diye yaftalanan feministlerin mesele edindikleri konulardan 3’ünü, kendi bakış açımdan özetleyeceğim. Öncelikle, terf kelimesi bir kısaltma ama uzun süredir tehdit ve hakaretlerle bir arada kullanıldığı için artık küfür sayılıyor. Çok basit: kadınlara küfretmeyin.

Terflerle translar arasındaymış gibi çerçevelenen kavganın geniş çerçevesinin toplumda herkesi ilgilendirdiğini örneklendirmek için bu silsileyi yazıyorum. Aslında feministlerin bir kısmıyla trans aktivistler arasında olduğu varsayılan çatışma, toplumsal cinsiyet kimliği (gender identity) savunucuları ile bu ideolojiye, farklı açılardan karşı çıkanlar arasında. Bu ideolojiye birazdan değineceğim ama önemli olan şu: translar arasında bu ideolojiyi benimsemeyip karşı çıkanlar da var. Ben TR’deki ve yurtdışındaki feministlerin dikkat çekmeye çalıştıkları konulara odaklanacağım.

Çoğu insanın haberdar olmadığı ve bahsedildiğinde “TR ile ne alakası var” denen konulardan biri, kendini trans tanımlayan (veya trans olarak tanımlanan) çocuklara kullandırılan ergenlik engelleyici ilaçların ve hormonların güvenirliği. Ele alacağım ilk Konu (1) bu: trans çocuk diye bir şey olduğuna dair bir söylence var ve bu yeni söylenceye uygun olarak doktorlar ve terapistler, İngiltere ve ABD gibi ülkelerde, bedenleriyle ilgili huzursuzluk, psikolojik rahatsızlıklar yaşayan çocukların, doğdukları cinsiyet yerine öteki cinsiyete “geçmelerine” yönelik, ergenlik gelişimini engelleyen ilaçlar ve hormonlar verebiliyorlar. Örneğin kız doğmuş bir çocuğa, testosteron vererek ses kalınlaşması, kıllanma gibi ikincil cinsiyet özellikleri geliştirmesi sağlanıyor. Sorun şu ki, bu ergenlik gelişimini engelleyici ilaçlar, sağlıklı insanlarda ergenliği geciktirmek ya da engellemek için geliştirilmiş değil. Sağlıklı insanlarda test edilmiş değiller ve ergenlik gelişimini nasıl etkilediklerine dair hayvanlar üzerinde bile yeni yeni testler yapılıyor. Kısacası, bu ilaçlar ve hormonların sağlıklı bireyleri nasıl etkilediği üzerine uzun soluklu ve ayrıntılı bilimsel araştırmalar yapılmış, koruma prosedürleri geliştirilmiş değil. Ergenlik gelişimine ket vurulması ve öteki cinsle özdeşleştirilen hormonların verilmesinin bir tedavi yöntemi olarak kullanılıyor olması hakkında söylenebilecek çok şey var. Uygulanan bu tedavilerin, yeterli araştırma olmaksızın birer tedavi haline gelebilmesi üzerine de incelenmesi gereken pek çok şey var. Benim şimdi dikkat çekeceğim, işin en can alıcı kısmı bence şu: sağlıklı olan ve sağlıklı bir gelişme gösteren çocukların bedenleriyle ilgili yaşadıkları psikolojik rahatsızlıklar, ameliyat ve ilaç gibi tıbbi müdahaleler yoluyla “tedavi” edilmeye çalışılıyor ve bu yapılan müdahaleler sonucunda başta sağlıklı işleyen bedensel işlevler kötürüm bırakılıyor, sağlıklı organlar alınıyor, kişi bu tedavi sonucunda kısır kalabiliyor. Bunu yaparken ergenin “kendi beden algısı” terapistler tarafından olumlanıyor, hatta bu algı telkin edilebiliyor (suggestion), ailelerin de bu öz algıyı olumlamaları bekleniyor. Bu “tedaviler”in, o psikolojik rahatsızlıkları ne kadar iyileştirebildiği de henüz bilimsel olarak yanıtlanmış değil, yani uygulanan tedaviye gerekçe olarak sunulan semptomları ortadan kaldırıp kaldırmadığı bile verilerle kanıtlanmış değil, bazı araştırmalar, tam tersini gösteriyor. Bu ciddi bir tıp ve bakım skandalıdır. Bu yapılan “tedaviler” de mesleki suistimale girer ve tıp etiğinin konusudur. Test edilmemiş ve faydasından emin olunmayan ilaç ve yöntemlerin, rıza yaşına ulaşmamış çocuklarda denenmesi, onların birer denek yerine konması, 21.yy’da bilimsel bilgi üretiminin ve kurumlarının çökmüş olduğunun da bana göre en belirgin göstergesi. İleride bu tedavilerin, tıp tarihindeki ahlaken ve mesleki olarak sorunlu, lobotomi gibi uygulamalarla birlikte anılacağını düşünüyorum. TR’de bu konuya dair metinler çevrilip yayınlanıyor. Ben iki tanesini burada paylaşacağım: 

Son yıllarda bu “ergenlik bloklama” ilaçlarıyla ilgili araştırmalar ve yayınlanan yazılar arttı, bu tedavilerin sonuçlarıyla ilgili daha çok şey biliyoruz. Bunun en önemli nedenlerinden biri, ergen yaşta “geçiş tedavisi” görmeye başlamış olan kişilerden bazılarının, tedaviyi sona erdirip eskiye dönmeye (detransition) karar vermeleriyle birlikte, konuşmaya ve hikayelerini anlatmaya başlaması oldu. Ergenlikte “geçiş” yapanların çoğu kız olarak doğmuş ve eğer tedavilerinin bir parçası olarak mastektomi ve histerotomi oldularsa, yani göğüsleri ve rahimleri alındıysa, bu gibi tıbbi müdahalelerin geri dönüşü olmuyor. 2020 Aralık ayında Keira Bell, kendisine 16 yaşında geçiş tedavisi kapsamında ergenlik gelişimini engelleyici ilaçlar veren kuruma karşı davacı olarak katıldığı davayı kazandı. Mahkeme, 16 yaşından ufak çocukların bu tedavinin sonuçları değerlendirebilecek ve rıza gösterecek yaşta olmadıklarına karar verdi.

Bu anlatılarda, öğretmen ve terapistlerin aileler üzerinde baskı yaparak tedaviyi kabul ettirmesi ve hatta aileyi süreçten dışlamaları, beni ikinci Konu’ya (2) getiriyor: Propaganda ve Psy-Ops, yani psikolojik operasyon. Bu şüpheli tedaviler gibi kadınları ve çocukları, en nihayetinde bütün toplumu ilgilendiren konularda düşünen, soru soran, araştıran, yazan ve örgütlenen kadınlar çalıştıkları kurumlarına şikayet ediliyor, hedef gösteriliyor, susturulmaya çalışılıyor. Son yıllarda çalıştığı kurumdan, üniversiteden, gazeteden böylesi bir kampanya sonucunda çıkarılan ve çıkarılmaya çalışan feminist sayısı çok arttı. Gerekçe sunulduğunda, bu kadınların yazdıklarında veya söylediklerinde nefret suçu işledikleri, fobik oldukları iddia ediliyor. Bu feministler de kendilerine başka platform bulmaya çalışıyorlar, başka şekilde ve yerde üretmeye devam ediyorlar. Buradaki asıl mesele, ortada bir tartışma olmayacak şekilde bir karalama ve yaftalama kampanyası yürütmenin, aktivizm olduğuna inanan insanların (ve kendisini ilerici gören kurumların) olması. Dolayısıyla “nefret” ve “irrasyonel korku” suçlamaları, ortamdaki havayı boğan duman işlevi görüyor, göz gözü görmez oluyor. Çünkü ortaya bu iddiayı atmak dışında, bir kanıt, bir argüman sunulmuyor. Bu yaftalamacı aktivizmi yürütenler, “no debate” yani “senle tartışmam” yöntemini benimsiyor. Onlara göre bağzı feministler o kadar fena ki, onlarla konuşulmaz bile. Olan elbette ifade özgürlüğüne, eleştirel tartışma ortamına, ve öte yandan da akademik özgürlüklere oluyor. Bu hedef gösterme ve susturma operasyonu, sosyal medya ortamında yapıldığında, hedef gösterilen kişi, özellikle de tanınan bir kadınsa, cinsel içerikli tehdit ve küfürlere maruz bırakılıyor. Sosyal medyayı aktif olarak kullanmayan veya bu tartışmaları çok yakından izlemeyenler, kadınların nasıl hedef alındıklarını ve tehdit edildiklerini görmüyor. Pek çok düşünen ve yazan kadın bu şekilde sindirilmeye çalışılıyor. Aralarından en tanınmışı olan JK Rowling’in, Twitter’da “cinsiyet diye bir şey vardır” minvalinde paylaştığı twit sonrasında aldığı tehditlerden bir kuple paylaşıyorum.

Rowling’in sosyal medyada hedef alındıktan sonra yazdığı yazı ise, yine translara nefret kustuğu şeklinde yaftalanmıştı. Bu propagandanın işe yaramasının sebeplerinin başında, bunu duyan insanların yazıyı okumak ve kendi yargılarını oluşturmak yerine, duydukları insana ve grubuna daha fazla itibar etmeleri, o kulübe ait olmak istemeleri. Yani işin ayrıntılarını öğrenmeden, ilerici görünen tarafta olmayı tercih etmek. Özetle bu. O yazıyı da okumamış olan vardır, burada Türkçe çevirisini paylaşıyorum. Bu linkte de metnin İngilizce aslına ulaşabilirsiniz.

Bu yazıyla ilgili TR’de ve yurtdışında, üstelik anaakım medyada çok şey yazıldı, yazının nefret söylemi içerdiği iddia edildi ama Rowling’in yazının neresinde bunu yaptığı, nasıl yaptığı bir argüman olarak hiç ileri sürülmedi. O yüzden yazıyı paylaşıyorum: herkes kendi aklıyla yazıyı okuyup kendi fikrini oluşturabilir. Ayrıca Rowling’in kendi travmasını araçsallaştırdığı gibi kötücül yorumlar yapıldı ve bu kendi başına, kadınların kendi deneyimlerini anlatabilmelerinin olanaklarını hedef almaktan başka bir şey değil. 

Bu toksik aktivizm ve tarafını seçmeciliğin yanı sıra, aynı klişe lafların sadece sosyal medyada değil, örneğin ilerici sol kurumların metinlerinde, söylemlerinde, yasa değişikliği tasarılarında, mahkeme kararlarında kullanıyor olması, baskıcı devletlerin muhalifleri ve hakikati bastırmada kullandıkları psikolojik harekat yöntemlerini andırıyor. Örneğin bir önceki konudaki hormonların, translar için “hayat kurtarıcı ilaçlar” (life-saving medication) olduğu en bağımsız ve eleştirel yayın organlarında bile, kaynak vermeden, kanıt sunmadan tekrarlanabiliyor. Haberlerin içine, ürün yerleştirmesi gibi bu klişeler yerleştiriliyor. Buradaki iddia şu: translar eğer geçiş yapmalarını sağlayacak hormonlara ulaşamazlarsa depresyona girer ve intihar ederler, o yüzden bu ilaçlara ulaşmaları onlar için hayat kurtarıcı olur. Bu iddiayı doğrulayan bir araştırma henüz yok. Ama tıpkı kendini trans tanımlayan veya trans tanımlanan çocuklarda olduğu gibi burada da bedensel dönüşümle psikolojik durum (depresyon) birbirine karıştırılıyor ve aralarında neden sonuç ilişkisi kuruluyor. Bu klişelerden daha iyi bilineni ise “trans kadınlar, kadındır.” Bu da, soru sormaya kalktığında bir yere varamadığın bir totoloji. Tabii öyledir diyorsun. Ama o zaman trans kadın mı diyeceğiz, sadece kadın mı? Bu sorunun yanıtı konusunda translar arasında bir uzlaşma yok. Zaten sorun da bu: bu klişeler, soruya açık değil. Helen Joyce bu klişeleri, totaliter toplumlarda, özelde Çin’de kullanılan dil yapısını tarif etmek için türetilmiş olan “düşünceyi durduran klişe” olarak adlandırıyor. Bunda amaç, argümanın ilerlemesini durdurmak, yani tartışmanın bir yere varmadan bir klişeyle sona ermesini sağlamak. 

Her dönem baskıyla yönetilmiş bir ülkenin vatandaşı olarak biliyoruz ki propagandaya hakikati söyleyerek, ve tekrar söyleyerek, ve başka kelimelerle söyleyerek, kelimeler yasaklanıyorsa şarkı, karikatür, fotoğrafla karşı çıkmak mümkün. Sadece mümkün de değil, mecburi. Ama işin içine psikolojik operasyonlar girince, kelimelerin anlamları değişiyor. Yeni anlamını öğrendikten bir süre sonra yeniden değiştiğini öğreniyorsun. Tam öğrendim dediğin an, başka bir şey çıkıyor. Ve böylece bahsedeceğim son konuya varıyoruz.

Burası, zurnanın zırt dediği yer. Konu (3): Cinsiyet (sex) temelli hakların ve korumaların ortadan kaldırılması (veya, boşa düşürülmesi). Feministler, kadınların toplumda erkeklere göre ikincil konumda olmalarının kaynağını, toplumların ataerkil yapısında bulur, ve 2. dalga feministler, kadınların, cinsiyeti üzerinden ezilen bir sınıf olduğu ileri sürer. Bu hem sosyalist geleneğe bir düzeltmeydi, hem de feminist mücadelenin hattını belirleyen bir tanımdı. Bu da çok tartışma kaldıracak bir dönem ve tanım. İşin özü, kadınların yüzyıllardır süren mücadeleleri sonucunda, “kadın,” bir kategori olarak yasalarda tanınır hale geldi. Kadınlar, bir grup olarak, doğum ve emzirme izni gibi, doğum nedeniyle işten çıkarılmama gibi, cinsiyet temelli haklara ve korumalara sahipler. Şimdi “kadın” kelimesinin anlamı ve kapsamını, bir soru işaretine ve çatışma alanına dönüştüren, cinsiyet kavramını da feshetmeye çalışan bir söylemle karşı karşıyayız. “Toplumsal cinsiyet kimliği” ideologlarına göre, cinsiyet diye bir şey yok, toplumsal cinsiyet (gender) kimliği var, o da kişinin kendine dair içsel bir his. Bu ideolojiye göre toplumsal cinsiyetin ne anlama geldiği, tam olarak ne olduğu da, yukarıda psikolojik operasyonda anlattığım gibi, sürekli değişiyor. Zamanında “gender” kelimesi, feminist tartışmalar içerisinden Türkçe’ye “toplumsal cinsiyet” olarak çevrildi ve “cinsiyet rolleri” anlamında, yani toplumun cinsiyetlere yüklediği anlamlar ve beklentiler, cinsiyetlerin toplumdaki farklı değer ve önemleri olarak algılanageldi. Taa ki, “gender identity ideology” bir söylem olarak çıkana ve ülkemize gelene kadar. Çok kabaca anlatıyorum, bunu benden daha esaslı anlatacak pek çok feminist var TR’de. “Gender” kelimesinin çıkış ve gelişme hikayesini, dilbilimci bir feminist olan Debbie Cameron yazmış, ayrıntılarını merak edenlere:  ‘Toplumsal Cinsiyet’in Kısa Bir Tarihçesi, ve burada da metnin İngilizcesi.

İkili cinsiyet sistemine karşı savaş açmakta pek çok radikal feminist açısından ilkece bir sorun olmadığı gibi, bunu ilk formüle edenler zaten feministlerdi. Mesele bunun nasılı: ataerkil toplum düzenini değiştirmeden, tahakkümün dayandığı cinsiyeti söylemde ortadan kaldırmaya kalkmak, kadınların elindeki kendilerini tanımladıkları dili, yani “kadın” kelimesini ve kazanılmış cinsiyet temelli haklarını ortadan kaldırmak demek. Cinsiyet ayrımını ortadan kaldırmayı amaçladığını ileri süren “toplumsal cinsiyet kimliği” aktivizmi, artık kadınların “kadın” kelimesini kullanmalarının bile nefret söylemi olduğunu ileri sürecek kadar şaşırmış durumda. Bu konuları takip etmeyenlerin, bu aktivizmin söylemlerindeki mantıksızlıkları kavramaları dışarıdan zor oluyor. Bu yüzden takip eden feministler, bu mantıksızlıkları ve sorunları dile getirdiklerinde, en hafifinden deli gözüyle bakılıyorlar.

Yurtdışında bazı ülkelerde bu ideoloji, “self identification,” yani şahsın kendi toplumsal cinsiyetini kendi tayin etmesi hakkının yasalarca tanınmasını sağladı. Yani birey, sadece beyan ederek, kendi toplumsal cinsiyetini tayin edebiliyor, “ben kadınım” diyorsa, bunu ilişkide olduğu bütün şahıslar ve kurumlar dikkate almak zorunda. Dolayısıyla, cinsiyet ile toplumsal cinsiyet kavramlarının birbirine karışması, ikincisi lehine ilkinin ortadan giderek silinmesi sonucunda, kendilerini kadın olarak tayin eden erkek doğmuş bireyler, cinsiyeti kadın olanlarla aynı takımda spor yapabiliyor, cinsiyeti kadın olanların, toplumsal eşitliği sağlamak için konulmuş olan burs ve kotalardan yararlanabiliyor. Bu da bir sorun. Çözümü de kafa kafaya verilerek bulunabilecek bir şey. Nefret söylemi üreterek ve bağzı kadınları hedef alarak ve susturarak değil.

Bağzı feminist kadınların kendilerine mesele ettikleri konular bunlarda sınırlı değil elbette. Bu metni iki şeyi göstermek için yazdım: feministlerin mesele ettikleri konular tali değil, hayatımızın her alanını ilgilendiren değişim ve tehlikelerle ilgili. İkincisi de, konu transların hangi tuvaleti kullandıklarının çok ötesinde. Okuyanların sabrı için teşekkürler. Yukarıda paylaştığım metinleri Türkçe’ye çevirenlerin emeğine sağlık.